Ada Öykü Yarışmalarına Konu Oluyor

PAYLAŞ
KANAL28.TV - Kanal 28

Turizme açılmasıyla birlikte ilimiz turizmine bir hareketlilik getirerek ivme kazandıran Giresun Adası hikaye yarışmalarına da konu oluyor. 
 

Geçtiğimiz ay FOÇA Belediyesinin düzenlemiş olduğu “Deniz Öyküleri  Hikaye Yarışması”na katılan hemşerimiz emekli öğretmen Hülya Karaibrahim ,öyküsünde  Ada’yı konu aldı.

Giresun Adasına  ve Ada Turizmine ilgi çekmek amacıyla yarışmaya katıldığını belirten  Karaibrahim, öyküsündeki akıcı anlatımla dereceye girerek 3. oldu.

22 Ağustos 2015 tarihinde Foça’da düzenlenen ödül töreninde ödülünü alan Karibrahim’in ilimiz ve Adanın tanıtımına büyük katkı sağladığı öykü :

 

GİRESUN ARETİAS AMAZON ADASI

            Güneş denizden doğar, denizden batar bu güzel şehirde. Karşısında bir ada durur, Karadeniz’in tek ve efsane adası,  Aretias. Kirazın doğduğu, dünyaya yayıldığı, adını kirazdan alan Kerasus'un yavrusu. Derler ki, Giresun dağının tepesinden kopmuş, gelmiş de oturmuş denize.  Bir oyuk, bir gedik bırakmış geriye. “Gedikkaya” derler adına o dağın. O günden beri dağ, bir yavru adaya bakar, bir Kerasus’a.

            Ada, Karadeniz’de mağrur, tek başına bir kartal gagası gibi durur, çok uzak geçmişin anılarını saklar belleğinde. Kayalar susar, konuşmaz. Ağaçlar, yapraklar anlatır öyküleri fısıltıyla.  Bir de martılar… Deniz olur da martı olmaz mı? Ada olur da martılar yuva yapmaz mı? Adanın başını döndüresiye uçuşmazlar mı tepesinde çığlık çığlığa?

            Deniz böyledir işte; derinlerde balık, üstünde deniz kuşları, martılar, bilir tüm yaşanmışlıkları, anlatırlar birbirlerine. Doğudan batıya uzanan kıyılar boyunca yayılır öyküler… Ada varsın sussun…

            Adını savaş tanrısı Ares’ten alan ada, öyle zengin bir tarihi kültüre ve mitlere sahiptir ki; Altın Postu arayan Argonautlar mı dersiniz, kralın kızı mı, Amazonlar mı? ...

            En çok Nera’yı anlatır ağaçlar, kuşlar ve deniz. Uzun siyah saçlarını deniz rüzgârlarında savurarak yürüyen esmer, alımlı, kara gözlü Amazon kızını. Hem asi,  hem naif. Onun asiliği sert kurallara karşıdır;  naifliği doğaya, insana, adadaki ve denizdeki tüm canlılara...

 Nera, genç kızlığa doğru yürürken değişen sadece bedeni değil, düşünceleri ve duygularıydı da. O zamana kadar kabullendiği yaşamı, sorgulamadığı kurallarıydı Amazonların. Diğer ada kızlarına benzemezdi. Elini göğüs kafesinin sağ tarafına getirdiğinde oradaki boşluğu, eksikliği hissederdi. Daha iyi yay kullanabilmek için bir organından vazgeçmek! Daha iyi savaşabilmek, daha iyi öldürebilmek için… Gördüğü ölüm sahneleri geldi gözlerinin önüne. Her şey öldürebilmek için öyle mi, diye sordu kendi kendine.

            Sorularının yanıtını en iyi Tanrıça Kybele bilirdi. O, toprağın, bereketin, bolluğun Tanrıçasıydı; kadınlığın ve doğurganlığın…

Etrafı kayalıklarla çevrili adanın doğu tarafına gitti. Ayaklarının altında çıtırdayan dal kırıklarına aldırmadan, yapraklara dokunarak ilerledi kıyıya.  En çok burayı severdi,  kendisiyle baş başa kaldığı bu kayalıklarda değişik bir huzur bulurdu. Çok sevdiği Tanrıçasına burada dua eder, dileklerini söyler, onunla konuşurdu. O gün yine oraya geldi.

            “Ey bereket Tanrıçası Kybele! Ana Tanrıça! Bu kurallar, bu kin, bu nefret yüzünden değer mi bir organımızdan vazgeçmeye? Değer mi öldürmeye? Doğaya, berekete, bolluğa aykırı değil mi bu?”

            Sonra devam etti:

            “Senin her yanında bereket var. Sen kadınsın. Bu haksızlık değil mi bize? Yardım et Kybele! Bu kadın erkek savaşı daha fazla sürmesin,  yaşayalım insanca.”

            Sesini duymuş muydu Kybele? Denize, uzaklara doğru baktı, dalgaların ve rüzgârın uğultusunu dinledi. Kayalıklara oturdu. Ayaklarını suya; düşüncelerini, duygularını dalgalara bıraktı. Dalgalar ayaklarına bir vuruyor, bir çekiliyor;  köpürerek, kıvrılarak, kayaların arasında dönerek şırıldıyor, ona cevap veriyordu sanki.

            Nera adanın tenha yerlerine, özellikle buraya gelir, kendisiyle baş başa kalırdı. Düşleriyle kendini öyle sarmalanmış bulurdu ki yalnızlığını unuturdu. Denizi seyretmek derinleştirirdi onu. Çok uzaklardan gelen dalgalar, yüzlerce binlerce yıldır bu kayalıkları dövüyor, mağaralarına giriyor, köpüklerini göğe saçıyordu. Nera’nın düşleri ve soruları, bu köpüklerle birlikte denize karışıyor, ta Kerasus’a tanımadığı o insana, babasına kadar ulaşıyordu. O böyle olduğunu, zihinsel bir bağ kurduğunu düşünüyordu. Baba nedir,  sevgisi nasıldır? Bu kavramları bilmezdi; ama varlığına neden olan insanı merak eder, tanımak isterdi. Bir amazon kızı için babadan söz etmek duyulmamış bir şeydi. Zaten böyle sözcükleri de yoktu.

Deniz kenarında otururken bazen bir şarkı tuttururdu Nera. Sesinin dalgalara, rüzgârlara karışmasını seviyordu. Sanıyordu ki uzaklara, o şehre, babasına ulaşacak düşleri gibi… Yine şarkı söylerken annesinin çağıran sesiyle kendine geldi.

            “Nera, neredesin?... Her yerde seni aradım… Yine mi buraya geldin? Eğitime de katılmamışsın.”

            “Yalnız kalmak istiyorum anne, denize bakmak ve düşünmek …”diyerek, bakışlarını karşı kıyılara çevirdi Nera.

            “Biliyorum aklın Kerasus’ta… Sana ondan hiç söz etmemeliydim.”

“Onu çok merak ediyorum, nasıl biridir, görmek istiyorum.”

            “Olmaz, bu mümkün değil.”

            “Neden olmaz?”

            “Törelerimiz, kurallarımız böyle… Nasıl Amazon kızısın sen? Onların bize yaptığı kötülükleri biliyorsun… Anneannen de anlatmıştı sana.”

            Anneanne Helene, Nera’nın uzun siyah saçlarını tarar, parlak kurdelelere dolayıp örerken atalarını anlatırdı ona. Nerelerde yaşadıklarını,  asıl vatanları Themiserya’yı, bu adaya nasıl geldiklerini, Ege’ye ve daha ötesine kadar kurdukları şehirleri anlatırdı… Toprağı nasıl ekip biçtiklerinden, Kuzey Anadolu’da kurdukları devletten ve gördükleri saygıdan da söz ederdi.    

            Nera sözü o adama, babasına getirdiğinde susardı anneanne… Anne de susardı. Merak etsin istemezlerdi. Üstelik onun sakat bırakıldığından haberi de yoktu. Nera hep oraya gitmek isterdi, Kerasus’a. O şehre ve babasına. Annesinin en büyük korkusu da buydu. Ya gitmeye kalkarsa bir gün?

            Anneanne Helene yine anlatmaya başladı o gün. Gençliğinde yaya ya da at üstünde dövüşebilmek için gördükleri eğitimin zorluklarından, inceliklerinden söz etti; erkeklerle nasıl savaştıklarından, nasıl yay ve mızrak kullandıklarından da. Sonra devam etti övünerek:

“Erkekleri ya öldürdük ya sakat bıraktık. Bazılarını da kuyulara kapattık. Sen bu adada çok az şey gördün.”

 Nera hayretle anneannesinin yüzüne baktı:

            “Bunda övünecek ne var?”

            “Onlar bunu hak ettiler, asilik yaptılar, bizi ezmek istediler çünkü...” Sonra devam etti:

            “İnsan dünyaya getirdiğimiz için üstündük, çok saygı görüyorduk. Ne zaman ki bunda paylarının olduğunu öğrendiler, şımarıp asilik yaptılar ve ölümü hak ettiler.”

            “Ölümü hak etmek mi?” dedi Nera.

“Evet, cezalarını çeksinler! Üstün gördüler kendilerini. Kadınları evlere kapattılar, dövdüler. Çocuk doğurup, evde, tarlada çalışsın istediler. Kim ister böyle yaşamayı? Haklarımızı kaybetmemek için çok savaştık!

            “Haklısınız, ama başka çare yok muydu? Atalarımız böyle yaptı diye bu töreleri uygulayıp durmuşsunuz, birbirinizi öldürmüşsünüz hiç düşünmeden. Ben kimseyi öldürmek istemiyorum, Bu üstünlük yarışı bitsin artık!”

            “Nera! En az üç erkek öldürmeden anne olamazsın, bunu unutma!” dedi anneanne ve kızına çıkıştı:

            “Kızını iyi yetiştiremedin Mira!… Ben seni nasıl yiğit, kararlı, cesur yetiştirdim?... Bu kız bizi utandırıyor!”

            Bu sözleri duyan Nera, koşarak oradan uzaklaştı. Bahçeye çıktı. Demek utanılacak biriydi? Akıllı ve ince ruhlu genç kız kendini haklı buluyor, bir çözüm olmalı, diye düşünüyordu. Başını yukarı kaldırdı. Defne ağacındaki yuvada cıvıldayarak muhabbet eden kuşları gördü.

Denizin ortasındaki bu küçük adada bir hesaplaşma vardı. Nera haksız değildi. İnsanın insanı öldürmesi ne korkunçtu?... Cinsiyetler arası savaş ne anlamsızdı?... Kadınların, çocuk ve ev işleriyle sınırlandırılması ne haksızlıktı?… Bunda bir yanlışlık vardı. Böyle giderse yıllarca kadın erkek birbirini öldürmeye devam edecekti… Belki de her şey tersine dönecek, kadın yine ezilen olacaktı. Binlerce yıl öteden bu günlere kadar gelen bu kavgada, kadın hâlâ var olmanın, insan olduğunu kabul ettirmenin savaşını vermiyor mu?

Ertesi sabah güneş, kırmızı, turuncu, sonra sarıya, beyaza dönen ışıklarını yansıtırken denizin içinden bir çocuk gibi doğdu dünyaya, çığlıksız, ağlamasız, sessiz… Geceyi kıyıda, kayalıkların üstünde uyuyarak geçiren Nera’nın vücuduna sindi, hücrelerini ısıttı. Nera uyandı, gözlerini açmadan doğayı dinledi. Denizi, rüzgârı, martıları…

Denizin uzaklarından gittikçe yaklaşan çığlıklar, neşeli sesler, cıvıltılar duyuluyordu. Gözlerini açtı. Afalinalar, Karadeniz yunusları geliyordu. Dostlarının çağrılarını yanıtsız bırakamazdı. Sevinçle kendini denize, dalgalara attı. Yunuslarla yüzmeyi severdi Nera.  Kuyruklarına tutunup açıklara kadar gitti onlarla; dans etti, oynadı, çığlıklar attı. Bu sesler denizin derinliklerine kadar ulaştı. Adanın etrafını dolaştılar birlikte. Görenler durup merakla bakıyordu onlara. Kıyıya döndüler. Yunusları bir süre seyretti Nera, eş zamanlı atlayışlarını, kuyruklarının üstünde duruşlarını hayranlıkla izledi. Bu gösteri Nera’ya bir sunuydu.

 Yunuslar cıvıltılarla uzaklaşırken, o hem denizdeki, hem adadaki canlılarla ne kadar dost olduğunu fark etti. Doğayla, denizle, hayvanlarla iletişim kurmak ona iyi geliyordu. Bir tutsak gibi hissetse de kendini, bu küçük adayı seviyordu. Martılarını, karabataklarını, ispinozlarını, bütün kuşlarını… Ağaçlarını, defnesini, akasyasını… Denizini daha çok seviyordu. Hele yunusların özgür, doğal ortamında onlardan biri oluyordu. Deniz özgürlük demekti…

O sabah kızlar, her zamanki gibi eğitim alanına gelmişlerdi. Ellerinde mızraklar bekliyorlardı. Ayakkabılarının uzun bağlarını dizlerine kadar çapraz bağlamışlardı. Etekleri rüzgârda salınıyordu. Uzaktan Nera’nın geldiğini görünce seslendi biri:

“Hey, Nera! Nerelerdesin, buraya gel!”

            Nera, isteksizce yanlarına geldi. Öteki:

            “Neden eğitime katılmıyorsun? Sen nasıl Amazonsun, nasıl savaşacaksın?”

Bir başkası onu küçümseyerek:         

            “Biz çok ilerledik, sen neler yaptın bakalım?” dedi.

            “Yunuslarla yüzdüm, kuşlarla, ağaçlarla konuştum. Tanrıça Kybele’ye yalvardım bu kavga bitsin diye. Savaşı sevmiyorum ben!” dedi ve oradan hızla uzaklaştı.

            Arkasından gülüştüler.

            Savaş Tanrısı Ares için yapılan tapınağa kadar gitti Nera.  Savaşların bitmesi, kimsenin ölmemesi için dua etti. Babasını merak ettiğini, bu nedenle adadan Kerasus’ a giden gizli tünelin nerede olduğunu bulabilmesi için kendisine yardım etmesini istedi. Kızlar aralarında konuşurken duymuştu denizin altındaki gizli tüneli. Bundan söz etmek ve soru sormak yasaktı. Adayı onun kadar bilen yoktu. Her yeri aramış, tünelin girişini bulamamıştı. Bu tapınağın altında olabilir miydi? Yoksa kıyıdaki kayaların altından bir geçit vardı da o mu bulamamıştı?

            Günler geçti. Havalar soğumaya başladı. Deniz, mavinin en açık tonundan en koyu tonuna, laciverte varıncaya kadar, önce uslu sakin bir çocuktu; sonra kıpırtılı, dalgalı, coşkulu çalkalanıp durdu. Kopan fırtınayla birlikte şimşek çaktı; gök gürültüsü, deniz, yağmur, birbirine karıştı. Uzaktan bir gemi dalgalarla boğuşarak, bir yatıp bir kalkarak adaya doğru geliyordu. Gemideki denizciler batı rüzgârlarından, fırtınadan kaçacak, sığınacak bir kara parçası buldukları için seviniyorlardı. Türlü zorluklarla gelerek gemilerini adanın doğusuna demirlediler, karaya çıktılar. Fırtına geçene kadar bir süre burada kalacaklardı.

 O da ne? Mızrakları, yayları ve kalkanlarıyla karşılarında duran delikanlılar, onları mı karşılıyorlardı? Biraz yakınlarına gelince onların kadın olduklarını fark ettiler. Amazonların saldırıları karşısında neye uğradıklarını şaşıran denizcilerin sevinçleri yarıda kaldı. Kendilerini korumaya fırsat bulamayan denizcilerin bedenine oklar ve mızraklar saplanıyordu. Kadınlar erkekleri öldürüyor, Nera dalların arasından olanları dehşetle izliyordu.

Gördükleri günlerce gözlerinin önünden gitmedi. Bu sert, bu acımasız, bu savaşçı ruh ona göre değildi. O ancak doğa için, sevgi için, barış için savaşırdı öldürmeden. Bu yüzden dışlanıyordu. Ama ezilmek de istemiyordu. Hem haklarına sahip olmak, hem de barış içinde insanca yaşamak çok mu zordu? Böyle bir yer yok muydu? Olmaz, burada da kalamazdı. Kimseyi öldürmek istemiyordu. Kuşlara, böceklere, ağaçlara kıyamazken insana nasıl kıyabilirdi?

Gizli tüneli bulacak, buradan gidecekti.

Adanın her yerinde keşfe çıktı. Tepede, ağaç diplerinde, manastırın içinde, kıyılarda, her yerde tünelin girişini arıyordu. Odunsu bitkilerin yoğun olduğu yere geldiğinde, oraya konmuş olan kuşlar hep birden havalandılar. Elindeki mızrakla toprağı yokladı, bitkileri kaldırdı, burada da bir şey bulamadı. Onun bu halini görenlere, soranlara hiçbir şey söylemedi.

O, tüneli arayadursun, kızlar eğitimlerine devam ediyor, savaş dansı yapıyorlardı. Silahlarını, kalkanlarını kuşanmışlardı. Müziğin sesine uyarak daire şeklinde bir ortaya toplanıyor, bir açılıp genişliyor, yeri göğü inletiyorlardı. Bu sesler bütün adaya, denize yayılıyordu. Martılar hep birlikte adadan uzaklaşmış, denizin üstünde bu dansın bitmesini bekliyordu.

Nera bu seslere bir süre kulak verdikten sonra adanın doğusuna, sevdiği yere geldi. Kayalıklara oturdu. Deniz mavisiyle gökyüzü mavisinin birleştiği belli belirsiz çizgiyi aradı. Denizin üstündeki küçük beyaz köpükleri izledi. Rüzgârın uğultusunu, ormanın sesini, kuş çığlıklarını dinledi… Gözlerini yumdu, yutkundu. İçinden Tanrıça Kybele’ye yalvardı, yardım istedi tüneli bulabilmek için. Kerasus'a gittiğini düşledi. Ya onu bulamazsa? Onu nasıl tanıyacaktı? Annesi bir keresinde ona benzediğini söylemişti Nera’nın. Tanırdı, bulurdu, anlardı. En önemlisi kendisine benzemesiydi. Adını da biliyordu. Belki orada yeni bir yaşamım olur diye geçirdi aklından. Ya orada istenmezse? Geri dönebilir miydi?

Tüneli bulmaktan umudunu kesen Nera kimseye bir şey soramıyordu. Amacının bilinmesini istemiyordu.

Gökyüzünde siyahtan griye dönen bir bulut giderek adaya yaklaşıyordu. Kuzeydoğudan ve uzun yollardan gelen yorgun kuşlar adada konaklayacaktı. Göklerden gelen misafirler her yıl burayı ziyaret ederlerdi. Nera akşamın kızıllığında onları seyrederken onlar gibi göç etmek isteği duydu. Kuşlar gidecekti, ama o bahara kadar bekleyecekti.

 Gök gürültüsü, şimşek ve bitmek bilmeyen sağanaklarıyla; yıldız, karayel, poyraz rüzgârlarıyla kış boyunca çalkalandı durdu Karadeniz…

Bahar gelmiş, havalar ısınmıştı. Ada yemyeşil giysisine bürünmüştü. Toprak ve bahçe işleri başlamıştı. Adadakiler,  gökyüzü kararıncaya, şehrin zayıf ışıkları uzaktan tek tük belirinceye kadar hep birlikte çalışıyor, sonra evlerine dönüyorlardı.

Bir gün erkenden uyandı Nera. Gün ağarmamıştı henüz. Dışarı çıktı. Börtü böcek, kuşlar ve herkes uykudaydı. Ağaçların hafif hafif salınan yapraklarının hışırtısı duyuluyordu. Uyanık olan bir ağaçlar, bir deniz, bir de Nera’ydı.  Alacakaranlıkta parlayan siyah gözleriyle uzaklara baktı. Deniz sakindi. Gökyüzü bulutsuzdu, yıldızlar ve ay hâlâ oradaydı.  Onlar bile savaşmıyordu, hepsinin yeri ayrıydı ve hep birlikte öyle güzel parlıyorlardı ki. Gece, günle kavga etmiyor, biri gelince diğeri saygıyla çekiliyordu.

Doğudaki kayalıklara doğru yürüdü, kıyıya vardı. Denizi aşıp karşıya yüzebilir miydi? O kadar uzağa yüzmemişti hiç. Kayalıklardan inerek kendini serin sulara bıraktı. Yüzdü, yüzdü… Yakın görünen şehir ne kadar da uzaktı?  Döndü, göğün şafağında adanın siluetine baktı. Ada, gök, deniz, renk renkti. Güneş denizden yükselirken kızıldan turuncuya, mordan sarıya kadar her yer renklere bezenmişti… Nera bütün renkleri yüreğinde hissederek yüzüyordu, bulutların arasından süzülen ışık yağmuru altında…

Deniz kabarmaya, hava bozmaya mı başlamıştı ne? Karadeniz bu, sakin uslu sanırsınız sonra birden coşuverir… Nera dalgalar arasında ilerlemekte zorlandığını fark etti. Geri mi dönseydi? Adayla şehir, babayla anne arasında bir yerdeydi şimdi, eşit uzaklıkta… Adaya son defa baktı, arkasını döndü. Yüzdü, yüzdü, uzaklaşarak gözden kayboldu…

O yüreği sevgi dolu Nera kıyıya, babasına ulaşmış mıydı, bilen yok.

Karadeniz binlerce yıldır çalkalanmış durmuş; azgın dalgalarıyla bağrındaki tek ada Aretias’ın kıyılarını dövmüş de, ada direnmiş sessizce, korumuş kendini, eserlerini, zenginliklerini… Öyle zengin bir tarihi mirasa sahiptir ki, o küçük adaya nasıl sığar bunca zenginlik bilemezsiniz.

Amazonlardan geriye ise, tapınakları, mezarları, silahları kalmış. Görün de efsane mi gerçek mi siz karar verin. Aslında Amazonları gücüyle, cesaretiyle, savaşçı ruhuyla Karadeniz kadınlarında görebilirsiniz. Tarlada, bahçede, denizde, şehirde, her yerde kanlı, canlı dururlar önünüzde. Ata binip silah kullananları da vardır köylerde, ama Nera’nın etkisiyle olsa gerek, daha esnek, daha sevgi dolu ve barışçıldır yürekleri.

İnsanlar her yıl mayıs ayında adaya gider, törenlerle Amazonları anarlar. Adanın çevresinde tekneyle dolaşırlar. Şimdi orada, doğu kıyısında, Nera’nın yalnız kalıp dua ettiği yerde oldukça büyük, yuvarlak bir taş vardır. “Hamza(Kybele) Taşı” derler adına, bereket tanrıçasının doğurgan bedenine benzetirler. Oraya nasıl, nereden gelmiştir bilinmez. İnsanlar, çocuğu olmayan kadınlar dileklerinin gerçekleşmesi için gelir; doğurganlığın sembolü o taşın üzerinden atlar ve ellerindeki taşları denize atarlar.

Yolunuz düşerse oraya bir gün, görün Aretias’ı, Karadeniz’in bir tanecik incisini. Surlarını, mabedini gezin. Denizin altından şehrin kalesine kadar giden gizli tüneli siz bulursunuz belki, Altın Post’u da. Ha, adaya ara sıra uğrayan define avcıları olduğunu da söyleyelim. Orayı hiç terk etmeyen martıları, çeşit çeşit kuşları ve ağaçları görün de nasıl fısıldıyorlar öyküleri birbirlerine kulak verin. Denizin ve rüzgârın sesine karışan Amazon kızının şarkısını da duyarsınız belki. Kerasus’a, babasına ulaştı mı öğrenir, bu öykünün sonunu siz getirirsiniz...

 

                                                                                                    Hülya KARAİBRAHİMOĞLU

           

HABERİ PAYLAŞ:
BUNLARA DA BAKIN